İlk Göz Ağrım / Alim Sariye

Uzun süredir okumak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” kitabını okumaya karar vermiştim. Masamda küçük bir tabakta Kırgızların meşhur siyah kuru üzümü ve duble bardakta Türk çayı. Ortam tamamen müsait. Kendimi olaylara ve mekanlara öylesine kaptırmışım ki, galiba bu kitabı bu gece bitiririm diye düşünüyorum. Bir taraftan da bizim çocuklar Monopoly oynamak için yere sofra serer gibi oyun platformunu sermişler, fakat oyun için bir elemanları eksik. Kendi kendime eyvah bunlar beni oyuna çağıracaklar diye düşünürken;
—Baba bu oyunu oynayabilmemiz için bir kişiye daha ihtiyacımız var, bizimle oynar mısın? dediler. Ben bu oyunu bilmiyorum ki dediysem de fayda etmedi, biz sana öğretiriz diyerek bana yer açtılar. Neyse oyuna başladık fakat bir müddet sonra onlar arayı açmaya başladılar. Peki birinci olan ne kazanacak? diye sorduğumda, birinci olan birşey kazanmayacak fakat kim sonuncu olursa, yarın kahvaltıyı o hazırlayacak. Maksat hasıl olmuştu. Belli ki kahvaltıyı ben hazırlayacaktım.
Vakit epey geç olmuş. Horozlar sabah namazı için ötmeye başlamışlar bile. Gözlerim satır aralarında bir kapanıyor bir açılıyor. Bir taraftan yabancı dil için aldığımız derslerin tekrarını yaptım, sabah namazı, tesbihat derken güneşin ilk ışıkları flamboyant ağaçlarının kıpkırmızı çiçeklerinde yansımasıyla oluşan muhteşem manzara eşliğinde kahvaltı hazırlıklarına başladım. Patatesleri kaynattım ve incecik kabuklarını soyarak kare şeklinde parçalara böldüm, kavrulmuş soğanlara toz biber, salça, tuz ve değişik baharatlar ekleyerek kızgın ateşte harmanladım. Ocağın üstünde fokurdayan demliği demledim. Peynir, zeytin, reçel, yumurta derken mütevazi bir kahvaltı masası hazırladım. İşin en zor kısmı, ev ahalisini kaldırıp kahvaltı masasına oturtmak. Allahtan beni fazla uğraştırmadılar.
Kahvaltı sırasında sosyal medya haberlerini takip ederken, değerli bir kardeşimin deklanşöründen yansıyan, köyümüzün resimleri arasında yukarıda paylaştığım fotoğrafı görünce: Ah ilk göz ağrım dedim. Yıllar seni ne kadar yıpratmış. Nasıl da meydan okumuşsun yalnızlığa ve kimsesizliğe. Karaahmet Köyü İlköğretim Okulu. Bahçesinde cıvıl cıvıl talebelerin koşturduğu günler geldi aklıma. Kavuniçi rengin ve bembeyaz çerçeveli pencerelerinle her çocuğun ilk göz ağrısı olmuştun.
Seni en son 2004 yılının Ağustosunda, yani 17 sene önce görmüştüm. Kalbimin atışlarını bastıra bastıra gelmiştim sana. Beni hatırladın mı? diye sorduğumda, hiç cevap vermemiştin bana. Ben de gözlerimi kapatmış, belki arkadaşlarımın seslerini duyarım diye dakikalarca beklemiştim ama duyduğum tek ses, sessizliğin sesi ve kulaklarımda uğuldayan rüzgarın sesiydi. Hiç kimse yoktu. Ne talebeler, ne Azmi hoca, ne Mehmet hoca, ne de Binnaz hoca. Sadece ben ve benim gibi harabeye dünmüş sen vardın. Camlar sökülmüş, badanalar dökülmüş, pencere yerlerine tenekeler çakılmış. Sınıflarda ot ve saman yığınları. Taşımalı eğitime geçildikten sonra, Anadoludaki birçok okul gibi senin kaderine de yapayalnız kalmak düşmüştü. Bilmemki daha kaç sene dayanabileceksin?
Yıllar önce, bir bahar akşamı Azmi hocam ve arkadaşları babamı ziyarete gelmişlerdi. Ben henüz okula başlamadığım halde harfleri öğrenmiş, adımı ve soyadımı yazabiliyordum. Onlar çaylarını içerlerken ben bir kağıt üzerine bazı şeyler yazarak kendisine verdim. Bana; aferin, kimden öğrendin bunları? Yarın hemen okula gel tatile kadar dersleri takip et dedi. Ertesi gün okula gittim ve tatile kadar epey birşeyler öğrendim. Heyecanla okula başlayacağım günleri iple çekmeye başladım. Babam önlüğümü, çantamı ve kalemlerimi almıştı. Neyse yaz tatili bitti ve benim okul kaydımı da yaptırdılar. O zamanlar simsiyah önlüklerimiz vardı. Hatta okulun tahtası bile siyahtı ve biz “kara tahta” derdik. Tahtamız ve önlüklerimiz siyah olsa da, bütün öğrencilerin siması bembeyaz güvercinler gibi apaktı.
Yukarıdaki fotoğrafta solda gördüğünüz iki pencerenin olduğu yer dördüncü ve beşinci sınıflara aitti. Sağdaki üç pencereli kısım, birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların karma eğitimle okuduğu büyük sınıftı. Sınıfın ortasında büyük bir soba vardı. Kış aylarında nöbetçi öğrenci okula erken gider, sobayı yakar ve temizliğini yapardı. Ayrıca her gün sırayla poğaça yapılır ve öğrencilere dağıtılırdı.
Kışın aniden kar bastırır ve okulun yolu kapanırdı. Fakat büyüklerimiz hemen işe koyulur ve tahta küreklerle okula kadar patika yollar açılır, o daracık geçitten okula giderdik. Hiç unutmam bir gün ellerim o kadar üşümüştü ki, sınıfa girer girmez ağlamaya başladım ve hemen sobanın başına koştum. Meğer sobaya tutmamak gerekiyormuş ve Binnaz hocam ellerimi avuçlarının içinde üfleyerek ısıtmıştı. O kadar şefkatli ve yardımseverdi ki, babamla benim yalnız yaşadığımızı bildiği için, okulum bitene kadar her gün okul çıkışında yemek, pilav, salata türü şeyler hazırlar ve bunları babanla beraber yiyin derdi.
Mehmet hoca talebelerin başarısını artırmak için, birincilik, ikincilik ve üçüncülük madalyaları hazırlar, her gün kim hak ettiyse ona takar, her öğrenci o madalyanın birini takabilmek için var gücüyle çalışırdı. Azmi hocanın takdire şayan plan ve programları, başarıya giden yolda ve gelecekte üniversite ve mastır alanında hedefe ulaşmanın metodolojisini daha işin başından itibaren uygulamaya koymuş ender eğitimcilerden biriydi.
Bu harabeye dönmüş binadan nice öğretmenler, hukukçular, emniyet amirleri, başarılı iş adamları, mühendisler ve yazarlar çıktı. Bizler için bir gurur abidesi oldun. Sen yüzlerce talebeyi bağrına bastın. Ne olur boynunu bükme! mahzun olma.!
Görüyorsun ömür dediğin ne kadar kısa. Ölüm ne kadar yakın. İzleri mazide kaybolmuş hatıralar, zamanlar, mekanlar ne kadar uzak. Kaybettiğimiz nice dostlarımız var. Bunlara sen şahitsin. Bir daha kavuşmaya zaman yetmiyor. Aramızda sıra dağlar, okyanuslar var. İhtimal, bizim kavuşmamız için de zaman yetmeyecek..!

Alim Sariye

One thought on “İlk Göz Ağrım / Alim Sariye

Leave a Reply to Adem Yağmur Cancel reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *