Bir Kimliğe Sığmayan Aydının Düşündürdükleri / Mehmet Akbaş

Daha önce Amin Maalouf için; Bir kimliğe sığmayan aydın demiştim. Amin Maalouf’un denemelerinden olușan Ölümcül Kimlikler- Çivisi Çıkmış- Dünya, Uygarlıkların Batıșı üçlemesi, son zamanlarda dünyamızda yașanan adeta ikinci kavimler göçünün ortaya çıkardığı problemlere odaklanıyor.

Bu kitaplarında kimlik olgusunu merkeze yerleştiren yazar, bütün farklılıklarımıza rağmen kendi kültür değerlerimizle dünyaya entegre olabileceğimizi vurguluyor. Fakat bunun zorluklarının da farkında bir aydın.

Maalouf, dünyanın tehlikeli bir yola saptığını ve vahim bir türbülansa doğru gittiğini belirtirken yine de buradan bir çıkış yolu bulunacağını düşünüyor. İnsanların birlikte yaşama kültürünü, çağın gerektirdiği bir noktaya taşıması zorunluluğunu anlatan yazar, bunun yolunu hep birlikte bulmak için çaba göstermenin gerekliliğini vurguluyor. Romanları ve denemeleri ile ayrışmalara savaş açıyor, bu konuda bir şeyler yapma konumunda bulunan insanlara da uyarılar da bulunuyor.

Maalesef ayrışma probleminde bizim de toplum olarak karnemiz çok zayıf görünüyor.
Birliktelikler mahallelerimizden şehirlerimize oradan ülkemize ve dünyaya yayılması gerekirken maalesef ayrışmalarımız artık mahallelerden başlıyor.

‘’Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım’’ diyor Zarifoğlu. Bu sözü hangi düşünce ile söylediğini bilmiyorum şairin. Ama ben bu sözün hâlihazırdaki yurdum insanını çok iyi tanımladığını düşünüyorum. Derin bir tarihi birlikteliğimiz olmasına rağmen toplumumuz, neden bu kadar duygusal bir kopuşun ağına düştü. Neden? Aynı acıları paylaşamıyor, aynı sevinçlere gülemiyoruz. Ateş düştüğü yeri yakıyor, kimisi düşen ateşe sadece bakıyor kimisi de baktığını görmeden hayatına devam ediyor. Yani ayrılıyoruz koşar adım.

Farklılıklarımız, ayrışmalarımızın temelini oluşturuyor maalesef. Taraftarı olduğumuz takım, sevdiğimiz bir yazar, sahip olduğumuz siyasi bir görüş gibi en basit ve küçük farklılıklarımız bile ayrışmaya neden olurken; tercih hakkına sahip olmadığımız etnik kökenimiz, farklı dilimiz, anne babamızın vesilesi ile edindiğimiz dini yorumlarımız ve mezheplerimiz de daha derin ayrışmalara temel oluşturuyor. Bu farklarımızdan rengârenk bir mozaik oluşturmamız muhtemel iken tarafgirlik, hizipçilik ve ırkçılık gibi bir takım hastalıkların esiri olarak bu güzellikten mahrum, önyargılarımızın esiri bir hayatın mahkûmuyuz.

Araçları amaç haline getirdiğimiz günden bu yana sürekli ayrışıyoruz. Küçücük bir köyde veya bir şehirde oranın idaresinin devamı için yapılan bir seçim, bir spor müsabakası bile ayrışmaya neden olabiliyor. Spora, birleştirici yanını göz ardı ederek, kör bir tarafgirlikle yaklaşıyoruz. Bir yerleşim yerinin idaresi için oluşturulan makamlar, o yerin düzenin devamı için bir araçtır. Bu makamları da yapılan seçimlerde bir amaca dönüştürerek ayrışmak için yeni bir bahane bulmuş oluyoruz. Bu denli ufak farklılıklar da bile orta yolu bulamayan biz, ırk, dil, din gibi farklılıklar mevzu bahis olunca asla aklıselimle hareket edemiyoruz.
Belki bu kadar olumsuzluğu sayıp dökünce karamsar olduğumu düşüneceksiniz. Olsun ben kısık bir sesle de olsa sesleneceğim.

Muhtemelen önyargılar devreye girecek ‘hadi canım sen de’ler yükselecek dudaklardan ve kalplerden. Susmaz konuşursam hayatta en çok adavet beslediğim duygulardan biri olan önyargıyı yıkabilirim ümidini taşıyor açıkçası yüreğim. Bu duygu değil mi ki insanlar arasına mesafeler koyar. Toplumların yakınlaşmasına ve kaynaşmasına bir türlü izin vermez. İki kişinin birbirini dinlemesine ve anlamaya çalışmasına mânialar oluşturur.

Önyargılı insanlar fasılasız bir kayıtsızlığın sahibidir tanımadıklarına karşı. Toleransın emaresi görünmez onların ikliminde ve tedavisi zor bir hastalığın sahibi olsalar da, zerre kadar kaygıları yoktur, ne yazık ki. Birisi yaşam tarzı olarak kendilerinden farklı bir mahallede ise konuşmaya iletişime geçmeye değmez onlar için ya da potansiyel bir muhatabın değişik bir etnik kökeni varsa düşman ilan edilmek için gerekli şartları taşıyor demektir önyargının taşıyıcıları için.

Geçmiş zamanlarda böyle kötü huylarımız yoktu aslında bizim, kim hangi etnik kökenden gelirse gelsin veya kim hangi ideolojiyi taşırsa taşısın kimse bir başkasına kötü gözle bakmaz, herkes insana insan olduğu için değer verirdi.

Fakat şimdi büyüklerimizin dediği gibi zaman değişti. Sanki bir el bizim tek tek yüreğimize, heyecanlarımıza, duygularımıza dokunup, etnik kökenlerimizi farklı kültürlerimizi merkeze koyarak, birimizi diğerimize potansiyel tehlike olarak gösterdi ve her insanın içinde çekirdek olarak taşıdığı kötülüğün dal budak salmasına neden oldu. Böylece birçok kötü huylarımız oldu ve bu huylar karakterimizin bir yanı haline geldi zamanla.

Belki çok defa hatırlıyoruz kurtulmamız gereken kötülüklerimizi ve bu kökeni belli olmayan medeniyetin bize dayattığı kaprislerimizi, öfkemizi ve daha birçok başa bela gereksiz marifetlerimizi! Ama hayat öyle hızlı akıyor ki ve biz bu rüzgâra öyle kapılmışız ki, biraz durup aklıselimle düşünüp kendimize gelemiyoruz, akıntıda bir o yana bir bu yana savrulup gidiyoruz.

Son olarak Maalouf’un dediği gibi; ‘’Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldanarak gözü kapalı ilerlemek olacaktır’’ Bence her şey çok güzel olmasa bile, çok güzel olması için hayata güzellik katmalı ve zamanı değerli kılmalıyız.

One thought on “Bir Kimliğe Sığmayan Aydının Düşündürdükleri / Mehmet Akbaş

Leave a Reply to Ali Soyer Cancel reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *